5 Aralık 2010 Pazar

A. TANZİMAT EDEBİYATINDA ROMAN


Türk edebiyatında roman 1860'tan sonra başlar. Edebiyatımızdakİ ilk roman, François Fenelon'dan Yusuf Kâmil Paşa tarafından Telemak (1862) adı ile çevrilen romandır. O dönemde çevrilen diğer romanlar: Sefiller, Monte Kristo Kontu,Atala, Paul ve Virginle... Fransız romanlarından çevrilen örneklerin ardından Ahmet Mithat, Namık Kemal, Şemsettin Sami gibi yazarlar roman yazmaya başlamışlardır. Türkçede roman niteliğini taşıyan yerli ilk roman Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-u Talat ve Fıtnat adlı eseridir.
Batılı anlayışta yazılan ve çevrilen romanları tanıyana kadar Türk okuyucusu, çeşitli kaynaklardan gelen hikâyeleri okuyordu: Halk hikâyeleri ve mesneviler. Hacim bakımından bazen bir roman büyüklüğünde de olabilen mesneviler, Divan edebiyatı nazım şekillerinden biriydi. Pek çok karakteri ortak olan mesnevilerde Leylâ ile Mecnun, Yusuf ile Zeliha, Hüsrev ve Şirin hikâyeleri değişik şairlerce işlenmişti. Gözleme ve gerçekçiliğe yer verilmeyen mesnevilerde dil çok ağırdı ve psikolojik analizlere yer verilmezdi. Mesneviler bu özellikleri ile romandan çok,gelişmiş bir masal olarak kabul edilebilir. Halk hikâyeleri de mesnevilerle benzer hikâyeleri anlatmıştır. Halk hikâyeleri dil ve üslûp bakımından halkın konuşma diline ve üslûbuna çok yakındır.Batıdan gelen roman, Tanzimat döneminde iki yoldan gelişmiştir. Birinci yol, Ahmet Mithat'ın; Batılı hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini uzlaştırmaya çalıştığı yoldur. Yazar, romanlarını yazarken Halk hikâyeciliğinden yararlanmıştır. Sanatçının bu tarz ile yaptığı, halk hikâyelerinin modernleştirilmesi çalışması¬dır. Tanzimat romancılığındaki ikinci yol ise Namık Kemal'in Batılı hikâye ve roman tekniğini uygulamaya çalıştığı yoldur. Tanzimat edebiyatının diğer romancıları Ahmet Mithat'ın değil, Namık Kemal'in yolunu seçmişlerdir. Tanzimat romancıları, hem kendilerinin hem de Türk okuyucusunun asırlardan beri romantizme olan büyük yakınlığından dolayı romantizmi İzlemeyi tercih etmişlerdir.
Tanzimat edebiyatında Ahmet Mithat popüler romanın, Namık Kemal edebî (sanatkârane) romanın öncüsü olarak ortaya çıkmış, bu iki romancı roman kurgusunda, tekniğinde, dil ve üslûpta ayrılarak İki ayrı damar oluşturmuşlardır.
Tanzimat Romanının Genel Özellikleri
Kişi :Tanzimat romanlarının birinci dönem sanatçıları tarafından yazılanlarında (İntibah, Felatun Bey'le Rakım Efendi, Cezmi) idealize edilmiş kişiler vardır. Namık Kemal, Cezmi'de kendi gençliğini ve kişiliğini anlatır âdeta. Ahmet Mithat'ın Felatun Bey'le Rakım Efendi'sinde Felatun Bey batılılaşmayı yanlış anlayan bir tiptir; Rakım Efendi ise batılılaşma konusunda idealize edilmiş bir tiptir ve doğru batılılaşmanın nasıl olacağını gösterir.
İkinci dönem sanatçılarının eserlerinde ise (Sergüzeşt, Karabibik, Araba Sevdası) gerçekçi kişiler vardır: Dilber (cariye), Karabibik (köylü), Bihruz Bey (Batılılaşma sevdalısı cahil bir adam)... Tanzimat sanatçıları, her kesimden kişiyi kendi sosyal ve ekonomik konumlarına uygun olarak konuşturmuşlardır.
Olay: Tanzimat romanında anlatılan olayların ya gerçek ya da gerçeğe benzer olması gerektiği düşüncesi hâkimdir. Şemsettin Sami, Taaşşuk-ı Tal'at ve Fıtnat'taki olayların gerçekten yaşanmış olduğunu söylemiştir. Tanzimat"romanlarında olayların merkezinde aşk ve entrikalar vardır. Tanzimat sanatçıları romanları sürükleyici hâle getirmek için aşkı ve entrikayı olayların gelişmesinde tesadüflere çok yer vererek başarılı bir şekilde kullanmıştır. İntibah, Sergüzeşt, Araba Sevdası, Müşahedât, Taaşşuk-ıTalat ve Fıtnat, Zehra adlı romanlarda bunun uygulamasını görebiliyoruz. Tanzimat romanında yaşanmış veya yaşanması mümkün olan olaylar anlatılmıştır.
Zaman: Tanzimat romanlarında zaman, Cezmi dışında, sanatçıların yaşadığı zaman, genellikle Osmanlı toplumunun Batı ile tanışmaya başladığı dönemdir. Bazı romanlarda Batıya dönük kişilerin yaşamı ve zamanı (Araba Sevdası, Felatun Bey'le Rakım Efendi) bazı romanlarda ise Osmanlı'nın içe kapanık dönemi yansıtılır. (Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, Sergüzeşt) Genel olarak zaman, Osmanlı toplumunun Batı medeniyeti ile tanışmaya başladığı zamandır.
Mekân Tanzimat romanlarında olayların geçtiği mekân genellikle İstanbul'dur. İstanbul'da Çamlıca ve Beyoğlu gibi eğlence mekânları öne çıkar. (İntibah, Araba Sevdası) Bu romanlar aile merkezli olduğu için mekân da aile çevresidir. (Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, İntibah, Zehra, Felatun Bey'le Rakım Efendi, Müşahedat). Ahmet Mithat olayları, hakkında bilgi vermek istediği mekânlarda geçirmiştir. Bu mekânlar, genellikle Anadolu, Suriye, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Batı Avrupa'dır.
Karabibik'te ise mekân Antalya'nın bir köyüdür. Cezmi'de olaylar, İran'da ve Kırım'da geçer. Sergüzeşt'in son bölümünde ise mekân Mısır'dır.
Tanzimat romanlarında mekân, fon olarak kullanılsa da ağırlıklı olarak o dönemin sosyal yaşamını yansıtacak yerlerdir.
Tema
Tanzimat romanlarında şu konulara ağırlık verilmiştir: Yanlış batılaşmanın yol açtığı komik durumlar (Araba Sevdası), görmeden evlilik, erkek baskısı ve zulmüne dayalı aile şartları, kadın¬ların esareti (Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat), yanlış kadınları sevme¬nin doğurduğu yıkımlar (İntibah, Araba Sevdası), kölelik ve cariyelik (Sergüzeşt), Bir köy yaşamı (Karabibik), kıskançlık ve kıskançlığın yol açtığı olumsuzluklar (Zehra), tarihi bir olay (Cezmi), batılılaşmanın hangi yoldan ve ne şekilde olmasıgerektiği (Felatun Bey'le Rakım Efendi)...
Dil ve Üslûp
Tanzimat'ın birinci döneminde halkın anlayacağı bir dil kullanılmış, İkinci dönemde ise bu sade dilden uzaklaşılmıştır. Ahmet Mithat, olayları heyecanlı bir şekilde anlatmıştır.
Sıfatlara, benzetmelere, abartmalara sıkça yer veren Namık Kemal, romanda anlatılan olaya göre üslûbunu değiştirmiştir. Savaş betimlemelerinde coşkuludur. Diyaloglarda İse sakindir.
Şemsettin Sami, dili kullanmada başarısızdır. Romanında yer yer dilbilgisi bozukluklarına rastlanmaktadır. Yazar, kişilerin kendi ağızlarına göre konuşturulmasında başarılıdır.
Samipaşazâde Sezai, Sergüzeştteki betimleme ve analizlerde, Türkçeden uzaklaşmıştır. Eserde özensiz bir üslûp görülür.
Recaizâde Mahmut Ekrem, Araba Sevdası'nda, çoğunlukla Osmanlıca terkip ve tamlamalar kullanmıştır. Romanın dili bu yüzden sade değildir.
Nabizade Nazım ise Farsça ve Arapça kelimelerden ve tamlamalardan mümkün olduğu kadar uzaklaşarak, ortalama bir dil kurmuştur.

TANZİMAT EDEBİYATI VE ROMANTİZM


Tanzimat döneminde romantizm akımı etkili olmuştur. Romantizm, 18. yüzyıl sonunda başlayan, coşku ve duyguya aşırı yer veren bir edebiyat akımıdır. Romantizm, 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eder. Kendisinden önceki klasisizmin katı, soylu, idealize edilmiş anlatım biçimine bir tepki olarak doğmuştur.
Victor Hugo'yla birlikte büyük ün kazanan romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı çıkmıştır. "En iyi ku¬ral, kuralsızlıktır." ilkesini savunan romantikler, insanın duygula¬rını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin top¬lumu düzeltmekle söz konusu olabileceğini savunmuşlardır.
Romantizm, bireye, öznelliğe, akıl dışılığa, düş gücüne ve aşkınlığa, yani sınırlan zorlamaya önem vermiştir. Romantik sa¬natçılar, seçkin kesim yerine orta sınıfın duygu, düşünce ve ya¬şam tarzını ön plana çıkarmıştır. Romantizmde konular dinden, tarihten ve günlük yaşamdan alınmıştır. Bu akımın etkisinde eser veren sanatçılar kişiliklerini gizlememişlerdir. Toplumu dü¬zeltmeyi amaçladıkları için "Sanat, toplum içindir." görüşünü benimsemişler, eserlerinde doğaya, betimlemeye önem ver¬mişler, gözlemlerinden yararlanmışlardır. İyi-kötü, doğru-yanlış Çatışmasını öne çıkarmışlardır. Üç birlik kuralını terk eden ro¬mantiklerin eserlerine karamsarlık hâkimdir.
Romantizm akımının temsilcileri: Batı edebiyatında: Victor Hugo, J.J. Rousseau, Voltaire, Lord Byron, Goethe, Friedrich Von Schiller... Türk edebiyatında Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Ahmet Mithat Efendi ve Recaizâde Mahmut Ekrem romantizmden etkilenmişlerdir.
Tanzimat romanının ortaya çıkıp geliştiği ortama kısaca değin¬dikten sonra romantizm akımı ve Ahmet Mithat ile Namık Ke¬mal hakkında bilgi vereceğiz.

B. TANZİMAT EDEBİYATINDA HİKAYE


Tanzimat sanatçılarından bazıları Batılı anlamda hikâye yazmaya çalışmışlardır. Ahmet Mithat ve Samipaşazâde Sezai bu türde eser veren isimlerdir. Edebiyatı¬mızdaki ilk hikaye kitabı Emin Nihat'ın 1873'te yayınlanan Müsameretnâme'sidir. 12 hikâye¬den oluşan bu kitap, kurgusu ile Binbir Gece Masalları ve Dekameron hikâyelerini hatırlatır.
Ahmet Mithat'ın "Letaif-i Rivayat" adı altında topladığı 25 kitaplık hikâyelerinin bir kısmı telif, bir kısmı da derlemedir.
Tanzimat devrinde ilk telif hikâye, Samipaşazâde Sezai'nin Kü¬çük Şeyler'idir. Bunlar Maupassant tarzı hikâyelerdir.
Nabizade Nazım'ın Anadolu köyü ve çiftçi hayatını edebiyatımızda ilk de¬fa yansıtan Karabibik adlı uzun hikâyesi de bir başka eserdir.

Ahmet Mithat Efendi (1844 - 1913)


1844'te İstanbul'da doğan Ahmet Mithat, değişik yerlerde bulunmuş, özel eğitim almış, sonra 1871'de İstanbul'a dönmüş ve evinde açtığı küçük bir matbaada eserlerini basmaya başlamıştır. Durmak bilmez bir yazı makinesi gibi sürekli eser veren yazar, Ömrünün son yıllarında İstanbul Üniversitesi'nde ders vermiştir. 30 AraIık 1913'te ölmüştür.
  Edebiyatı halkı bilgilendirmek, öğüt vermek ve bilinçlendirmek için bir araç olarak gören Ahmet Mithat, bir sohbet havası içinde hikâyeler ve romanlar yazmıştır.
Ahmet Mithat, yazı yaşamına fıkralar yazmakla başlamıştır. Daha sonra Letaif-i Rivâyât genel adı altında bir dizi hikâye yayımlamaya başlamıştır. Yazar, Hasan Mellâh adlı büyük macera romanı ile romana geçmiştir. Ahmet Mithat, hikâye ve romanlarında batıl inanışları ve zararlı âdetleri eleştirmiş, kitaplarıyla Batı kültürüyle ilgili bilgilerini aktarmak istemiştir. Bu yüzden modern hikâye ve romanın tekniğine bağlı kalmaya gerek duymamıştır. Ahmet Mithat, romanlarında acı ve sevinç unsurlarını yan yana işlemiş, olayları entrikalar üzerine kurgulamış ve bunda çok başarılı olmuştur.
Ahmet Mithat, romanda Fransız yazarı Alexandre Dumas Pere'yi örnek almıştır.
Ahmet Mithat'ta romantizmin etkileri daha belirgindir. Fakat gözlemleri, onu yer yer realist bir atmosfere de sokmuştur. Bu realizm, mekân ve olay betimlemelerinde daha da açıktır. Ahmet Mithat, kitaplarında psikolojik analizlere yer verse de pek başarılı olamamıştır.
Tanzimat romanında sosyal konulara ilk defa ve en çok yer veren, Ahmet Mithat'tır. Bu konular arasında, ahlâk ve sosyal adalet önde gelir. Sanatçı, romanlarında batılılaşmanın hangi yoldan ve ne şekilde olabileceği konusunu da İşlemiştir. Ahmet Mithat'ın romanlarındaki olay akışını kesip okuyucuya sorular sorup onları yine kendisinin cevaplandırması ve okura bilgiler vermesi, Halk edebiyatındaki meddahlıkla ilgilidir. Yazarın hikâye ve romanlarının sonunda iyilere ödül; kötülere ceza verilmesi, halk hikâyelerinden ve masallardan alınmış bir uygulamadır ki bunda romantizmin etkisi de söz konusudur. Ahmet Mithat'ın hikâye ve romanlarındaki meddah etkisi, anlatımda ve üslûpta çok daha belirgindir.
Ahmet Mithat, Müşahedat adlı romanı, natüralist romana örnek vermek için yazmıştır. Ahmet Mithat Efendi, romanlarında iyi-kötü, güzel-çirkin, çatışmasını sürekli işlemiştir.
Eserleri:
Hikâyeleri: Letaif-i Rivâyât
Romanları: Hasan Mellâh, Dünyaya İkinci Geliş, Hüseyin Fellâh, Felatun Bey'le Rakım Efendi, Paris'te Bir Türk, Çengi, Süleyman Muslu, Yeryüzünde Bir Melek, Henüz On Yedi Yaşın¬da, Dürdâne Hanım, Volter Yirmi Yaşında, Müşahedat...

MÜŞAHEDAT VE AHMET MİTHAT’IN ROMANCILIĞI


Ahmet Mithat'ın "Müşahedat" adlı romanı 1890-1891 yıllarında Tercüman-ı Hakikat'te tefrika edilmiş, sonra kitap hâlinde basılmıştır. Ahmet Mithat Efendi, tezli bir roman olarak kaleme aldığı Müşahedât'ta çok ayrı bir roman tekniğini; hatta Batı romanında bile denenmemiş bir anlatım tarzını denemiştir. Romancı, olayları sadece birinci şahıs ağzıyla ifade etmekle kalmaz, bizzat kendisine, yazar ve gazeteci Ahmet Mithat Efendi olarak romanın kahramanları arasında yer verir. Avrupa romanından çok daha önce Ahmet Mithat Efendi'nin Müşahedât'ta kullandığı, ancak daha sonra romanımızda denenip geliştirilmemiş olan bu teknik, Tanzimat romanı için şaşırtıcı bir yeniliktir denilebilir.
Günlük yaşamın içinden seçtiği bir olayın peşinden giderek, bu olaydan nasıl bir roman meydana geldiğini okuyucuya gösterir. Müşahedat, masa başında yazılmış bir roman değildir. Roman, seçilen kahramanların hatıraları ve yazarın gördüklerinin bir araya getirilmesiyle, okuyucunun gözleri önünde yavaş yavaş meydana gelir.
Romanın tekniğinin en önemli taraflarından birisi de kahraman¬ların anlattığı hatıraların yazarın kalemiyle hikâye hâline gelmelerinden sonra bizzat kahramanları tarafından tashih edilmeleridir. Romandaki herkes kendilerine ve yakınlarına ait bölümleri kontrol eder ve olayların gerçekle uygunluğu açısından hikâyeye son şeklini verir. Bu yönüyle yaşanmış olayların anlatıldığı roman, gerçek yaşamla örtüşmektedir. Romanda yaşam öyküleri anlatılan kişiler (Siranuş, Agavni, Refet...) o dönemde yaşamış, günlük yaşamın içinden kişilerdir ve yazar bizzat bu kişilerle tanışmıştır. Roman, tema ve kurgu olarak natüralist karakter göstermektedir. Ahmet Mithat'ın bu romanı yazmaktaki asıl amacı da natüralist romana bir örnek vermektir. Bunu eserin Önsözünde açıklamıştır. Yazar, romandaki olay örgüsünün birçok yerinde roman kahramanı kadınları betimlerken natüralist akımının anlayışı doğrultusunda bir bilim adamı titizliğiyle gerçekçi portreler çizmiştir; "Esmer olanı yeteri kadar iriyarı, geniş omuzlu, kalın pazılı. Fakat yaş olarak yirmi yaşlarında genç bir kadındı. Gözleri normal ölçülerden oldukça iri olmasalar da, siyah üzüm gibi koyu kara olan siyah kısımları bütün göz evini kapladığından beyazına yer kalmamıştı."
Romandaki anlatıcı, roman kahramanlarından biri olan Ahmet Mithat Efendi ve roman kahramanlarıdır. Dolayısıyla roman, anlatıcı kahraman bakış açısı ile yazılmıştır.
Ahmet Mithat gerçekleri iyi ve kötüleri birlikte anlatma yanlısı olduğu İçin romanda kötülerin (Novart) ve iyilerin (Siranuş) yaşamlarını anlatmıştır. Dolayısıyla romandaki bazı kişilere kötü, bazı kişilere İse iyi işlevi yüklemiştir.
Genel anlamda edebiyatı halkı aydınlatmakta bir araç olarak gören Ahmet Mithat, bu anlayış doğrultusunda romanlarında halkın anlayacağı bir dil kullanmıştır. Çengi'de "Malumdur ki, bir hikâye yalnız seçkinler için yazılmaz, halk için de yazılır." diyerek eserlerini halkı da düşünerek kaleme aldığını açıkça söyler. Halk için yazılan bir metnin de dili sade olmalıdır.
Roman kahramanları Ahmet Mithat'a yaşadıklarını anlattığı için olaylar daha çok aile çevresinde geçmektedir. Aile içi ilişkiler, aşklar, ailelerin dağılışı, ailelerin birbiriyle olan ilişkileri romanın olay örgüsü içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.
Müşahedat, Ahmet Mithat'ın olayların akışını keserek bilgi ver¬memesi, kahramanların ve olayların gerçek olması İle yazarın diğer romanlarından ayrılır. Ahmet Mithat Efendi, kendisini roman kahramanlarından birisi olarak eserine almasıyla ve romanın yazılma işine roman kahramanlarını da kalmasıyla roman tekniğinde önemli bir yenilik yapmıştır. Ahmet Mithat Efendi'nin Müşahedât'la getirdiği asıl ve önemli yenilik, romanın yazılışını, romanın konusu haline getirmesidir.

Sonuç olarak Ahmet Mithat, halk romanları ve hikâyeleri değil, halk İçin hikâyeler ve romanlar yazan büyük bir yazardır.

İntibah - Cezmi ve Namık Kemal'in Romancılığı


Son Pişmanlık adını taşıyan ilk romanı, İntibah yahut Ali Bey'in Sergüzeşti adıyla 1876'da basılmıştır. Diğer romanı ise konusunu tarihten alan ve edebiyatımızdaki ilk tarihî roman olan Cezmi'dir. Namık Kemal'in iki romanı da Batılı anlayışla yazılmış İlk edebî romanlarımızdandır. O dönemde edebiyatı¬mızda romanın olmayışı veya yazılan romanların edebî bir de¬ğer taşımayışı(roman tekniği açısından kusurlu oluşları), Namık Kemal'i, roman yazmak İçin harekete geçmiştir.
Namık Kemal'e göre roman, faydalı bir eğlencedir. Namık Ke¬mal, Mukaddime-i Celâl'de: "Romandan amaç, gerçekte ol¬mamışsa bile gerçekleşmesi olabilir bir olguyu, ahlâk, duygular ve olasılıklara ilişkin her çeşit ayrıntılarıyla birlik betimle¬mektir." diyerek roman görüşünü açıklamıştır.(Kemâl’in roman ile ilgili görüşleri)
Edebiyatımızdaki İlk romantik romancı olan Namık Kemal, Türk klasik ve halk hikâyelerine karşı olmasına rağmen, bu ilk roman denemesinde kendisini halk hikâyelerinin bazı özellikle¬rinden kurtaramamış, Ahmet Mithat gibi, bazen olaya üçüncü kişi olarak karışıp kendi düşüncelerini söylemiştir.
Namık Ke¬mal, İntİbah'ın konusunda eski meddah hikâyelerimizden Hançerli Hanım'ın Hİkaye-i Garibesi'nden esinlenmiştir.
Namık Kemal, mekân ve olay betimlemelerinde realisttir. Doğa ve karakter betimlemelerinde Öznel bir tutum sergilemiştir. Ro¬manın başlangıcındaki bahar betimlemesinde Divan şiirinin ha¬yal unsurlarını kullanmıştır, Romanda psikolojik analizlerin ya¬pılması gerektiğine inanan Namık Kemal, İntibah'ta bu konuda başarılı olamamıştır. Psikolojik analizlerde ve çevre betimleme¬lerinde başarılı olamasa da dönemin diğer eserleriyle karşılaş¬tırıldığında Namık Kemal'in çevre ve psikoloji tasvirleri bakımın¬dan, ileri bir adım attığı anlaşılır.
Namık Kemal, romanlarında bir aşk serüveninin cazibesinden, onun uyandıracağı ilgi ve heyecandan faydalanmaya çalışmış¬tır. Romantizmin etkisiyle trajik bir sonla biten olayların sonu¬cunda kötüler cezalandırılır. Sanatçı, bu romanı ile o donem ya¬şanması olası olayları ve toplumdaki çarpıklıkları işlemiştir. Romanın giriş bölümünde bulunan Çamlıca'da erkeklerin kadınlara laf attığını, kötü kadınların eğlence yerlerinde dolaşarak Ali Bey gibi saf ve temiz insanları tuzakla-rına düşürerek aile huzuruna zarar verdiklerini görüyoruz. Na¬mık Kemal romanda temel olarak bu mesajı vermek istemiştir. Bu da aynı zamanda romanın eğitici yönünü ortaya koymakta¬dır. Yazar olayın merkezine aileyi alarak bu tür çarpık aşkların aile saadetine zarar verdiğini ortaya koymak istemiş, böylece romanın eğitici yönünü de güçlendirmiştir.
Romantizm akımının etkisiyle romanda iyi ve kötü karakterler çizilmiştir. Ali Bey, Dilaşup ve Ali Bey'in annesi iyi; Mahpeyker ve Abdullah Efendi kötü karakterlerdir. Bu karakterler romanda şu şekilde betimlenmiştir: "Ali Bey, zengin bir ailenin bir tek evlâdı, yirmi bir, yirmi iki yaşlarında bir delikanlıydı. On ya¬şına bastığı zaman birkaç yabancı di! öğrenmiş bulunuyor¬du. Tanınmış ediplerimiz, küçük Ali'yi çok takdir ediyor, kül¬tür alanında gayet İstidatlı buluyorlardı." "Mehpeyker, terbi¬ye ve ahlâk bakımından Ali Beyin tamamen zıddıydı. Düşük ahlâklı bir aileden yetişmiş; daha on dört,, on beş yaşına gelmeden rezaletin her çeşidini öğrenmişti." Dilaşup ise çok güzel bir kızdır Az çok okuması yazması vardır. Piyano çalma¬sını bilmektedir. Dikiş konusunda ustadır. İyi niyetli ve temiz kalpli, saf bir cariyedir
Romantizm akımının iyi-kötü çatışması anlayışının gereği ola-rak romanın sonunda kötüler cezasını görür. Bu yolda iyiler de ellerindekiler! kaybeder veya onlar da ölürler. "Kötü yoldan iyi¬lik çıkmaz." mesajı verilmiş olur. Bu düşünceyi işlemek için de kişilerin romanda belli işlevleri vardır. Mahpeyker ile kötülerin insanın başına nasıl kötülük getireceği, Ali Bey karakteri ile kö¬tülerin peşinden koşan iyilerin karşılaşacağı olaylar verilmiş olur.
Romanda anlatılan olaylar o dönemin toplumsal yaşamında karşılaşılabilecek olaylardır. Ali Bey de Mahpeyker de o dö-nemde günlük yaşamın içinde var olan tiplerdir. Bu, birbirine ters iki tip arasında yaşanan aşk acı bir şekilde bitmiştir. Roma¬nın konusundaki gelişme de bu çarpıklığın doğuracağı yanlış¬lar üzerine kurulmuştur.
Eserde gözlemci bakış açısı vardır. Anlatıcı, olayların içinde ol¬mayan yazardır. Bununla birlikte yer yer yazar, olayın içine gi¬rerek kendisini hissettirir. Yukarıdaki metinde geçen şu bölüm¬de yazar araya girerek düşüncelerini açıklar: "Fakat memleke¬timizin ve insanlarımızın hali malûm... Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar. Ahbaplar arasında da kalbin üzüntülerini dosdoğru ve samimî olarak açığa vurmak çok defa hoş karşılanmıyor. Buna karşılık, meselâ eğlence gibi alelade şeylerde bile, insanın hoşuna gitmeyen bir durumu beğeniyormuş gibi görünerek riyakârlık yapması insanlık vazifelerinden sayılıyor."
İdealist bir vatansever olan Namık Kemal, Ali Bey'in Mahpeyker'le yaşadığı aş¬kı yanlış bulmuş ve roma¬nını romantik sanatçıların bakış açısıyla yazmıştır. Bu bakış açısı romanda açık¬ça hissedilmektedir. Ali Bey'in düşünce yapısı ile Namık Kemal'in düşünce yapısı Örtüştüğünden Na¬mık kemal, İntibah'a kendi düşüncelerini ve kişiliğini de yansıtmıştır.
Büyüklerin sözlerini dinle¬memenin, kötü kadınlarla birlikte olmanın insana ve ailesine verdiği zararın her dönem için geçerli olması romanı güncelleştirmekte, sadece yazıldığı dönemle sınırlı olmaktan çıkarmaktadır.
Edebiyatı halkı bilgilendirerek eğlendirmekte bir araç gören Namık Kemal, İntibah'ta halkın anlayabileceği bir dil kullanmış, Divan nesrindeki gibi süslü bir anlatım yoluna gitmemiştir.
Romantik sanatçılar, seçkin kesim yerine orta soylu sınıfın duygu, düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkarmıştır.
Romantizmde iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin çatışması öne çıkarılmamıştır.
Ahmet Mithat Efendi, eserlerinde Batılı hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini uzlaştırmaya çalış¬mış, bunu yaparken de Halk hikâyeciliğinden ya¬rarlanmıştır.
Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal, edebiyatı halkı bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için bir araç olarak görmüştür.

Namık Kemal'in önce iki cilt olarak düşünüp yalnız bir cildini yayımlayabildiği Cezmi, Türk edebiyatının ilk tarihî romanıdır. İntibah'ta görülen diyalog azlığı ve hareketsizlik, Cezmi'de de görülür. Bunun başlıca nedeni, yazarın bol ve uzun betimleme¬lerden kendisini alamamasıdır. Romanda, kişi betimlemelerine çok Özen gösterilmiştir. Ancak, dış görünüşe gösterilen Özene karşılık, psikolojik analizler yetersizdir.
Cezmi'de romantizmin asıl etkisi üslûpta görülür. Sanatçı, Cez-mi'de sanatkarane bir üslup kullanmıştır. Namık Kemal, Cez-mi'de kendi gençliğini yaşıyor gibidir.
Cezmi'nin her sayfasında Namık Kemal'in kişiliği belli olmakta-dır. Kahramanların ağzından konuşan; duygularını, heyecanla¬rını ortaya koyan Namık Kemal'dir. Namık Kemal, gerekli gör¬düğü yerde konuyu bir yana bırakıp romanın akışını keserek, Ahmet Mithat Efendi'nin yaptığı gibi konu ile ilişiği olmayan ay¬rıntılara uzun sayfalar ayırır.

TANZİMAT EDEBİYATINDA NATÜRALİZM’İN AYAK SESLERİ



Natüralizm, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. Natü¬ralizm, realizme tepki olarak değil, realizmin gerçekçilik oranını yetersiz bulduğu için doğ-muş bir akımdır. İlk örneklerini Emile Zola, "Deneysel Roman" adlı eseri ile vermiştir. Alphonse Daudet, Guy de Maupassant, Henrik İbsen, Goncourt Kardeşler, J. Steinbeck bu akıma bağlı olan sanatçılardır. Bu akıma bağlı olan yazarlar, eserlerinde nesnel bir anlatıma başvurmuş, edebiyata gözlem ve deneyi sokarak sanatçının tam bir bilim adamı tarafsızlığıyla davranması gerek¬tiğini ileri sürmüşlerdir. Bunu yaparken de yaşamın acımasız ve kaba yanlarını da olduğu gibi yansıtmışlardır. Çevrenin birey üzerinde ezici bir etkisi olduğu düşüncesinde olan natüralist yazarlar, yapıtlarında, iç karartıcı mekânları, gecekondu semt¬lerini ve yeraltı dünyasını bir belgesel diliyle işlemişlerdir. "Sa¬nat, toplum içindir." anlayışına bağlı kalmışlar, çevre betimle¬melerine önem vermemişlerdir. Natüralizm, Türk edebiyatına, deneye dayalı bilimlerin ateşli savunucusu Beşir Fuad'ın etki¬siyle girmiştir. Roman ya da öykü yazarı olmayan Beşir Fuad, bazı yapıtlarında doğalcılığın temel ilke ve yöntemlerini savu¬narak dönemin romancı ve öykücülerini etkilemiştir. Türk ede¬biyatının ilk natüralist romanı 1891'de Ahmet Midhat Efen¬di'nin yazdığı Müşahedat'tır.
Not: Türk ede¬biyatının ilk natüralist romanı olarak bazı kaynaklarda Nabizade Nazımı’ın Zehra adlı eseri kabul edilse de bu eser Ahmet Midhat Efen¬di'nin yazdığı Müşahedat’tan 3 yıl sonra 1894’te Servet-i Fünûnda tefrika edilmiştir.
Bu akımın Türk edebiyatındaki önemli temsilcilerinden biri Nabizade Nazım'dır.

Şemsettin Sami (1850 - 1904)


Tanzimat edebiyatının üretken isimleri arasın¬da yer alan Şemsettin Sami, çok çeşitli türler¬de eser vermiştir. Gazetecilik ile başlayan ya¬zı hayatı, edebî tercüme, dergicilik, ansiklope¬dik neşriyat, dil ve sözlük çalışmaları ile de¬vam eder. Asıl şöhretini sözlük ve ansiklope¬dik yayın sahasında kazanan Şemsettin Sami, önde gelen dilcilerimizden biridir. Elli dört yıllık ömrüne çok sa¬yıda eser sığdırmıştır.
1881'den itibaren yazdığı yazılarda "Osmanlıca" ve "Çağa-
tayca" tabirlerini reddederek, bunların, hakikatte geniş bir coğ¬rafi sahaya yayılmış tek bir Türk dilinin birer şivesinden başka bir şey olmadığını ifade etmiştir. En doğru tabirin Osmanlıca yerine "Garp Türkçesi" ve Çağatayca için "Şark Türkçesi" de¬mek olacağını önemle belirtir. Bu görüşe uygun olarak meşhur lügatine "Kâmus-ı Türkî" adını vermiştir.
Türk dilinin Şemsettin Sami'yi en fazla meşgul eden meselesi edebiyat ve yazı dilimizin Arapça ve Farsça kelime ve kuralları¬nın hâkimiyetinden kurtulup, millî kimliğini kazanması davası olmuştur. Onun bu düşünceleri "Genç Kalemler" hareketin¬den önce atılan en önemli adımdır. Dilimizden çıkarılmasını is¬tediği, Türkçeleri mevcut bulunan ve konuşma dilinde kullanıl¬mayan kelimelerdir. Konuşma diline girmiş kelimeleri artık Türkçenin malı olmuş kabul etmiştir.
Dil ile birlikte edebiyatımız hakkında da aynı bakış açısıyla dü-şünceler ileri sürmüş, Türk edebiyatının başlangıcını Orta Asya dönemine götürmüştür. Orhun Âbideleri ve Kutadgu Bilig'i o dönemin diline ilk tercüme eden odur. Bunların okullarda oku¬tulmasını istemiştir. Edebiyat sahasında önceliği Halk edebiyatına vermiştir. Ayrıca Lâtin harflerinin kabulüne taraftar olmuş; bizde de başta Arapça ve Farsça olmak üzere çeşitli doğu dil¬lerini modern yöntemlerle okutacak bir kurumun gerekliliği üzerinde durmuştur. Çocuk kitaplarını başlı başına bir mesele olarak ele almış, edebiyatta yeniliğe taraftar olmuştur. Bütün bunların ötesinde Ahmet Mithat Efendi gibi, halkın eğitilmesini, bunun için sade bir dil ile her alanda yayın yapılmasını istemiş; bu yolda romanlar, piyesler kaleme almıştır. Şemsettin Sa¬mi'nin bütün yayın çalışmalarında bu eğitimci rolünü görmek mümkündür.
Şemsettin Sami, 1872-73 yıllarında ilk olarak Hadika gazetesin¬de tefrika edilen, ardından 1875'te kitap halinde basılan Taaş¬şuk-ı Talat ve Fıtnat isimli eseriyle bizde roman türünün ilk ör¬neklerinden birini vermiştir.
Ahmet Midhat'tan sonra, hikâye ve roman tarzını ilk dene¬yen Şemseddin Sami'dir. 1873 yılı başında fasikül hâlinde ya-yımlanmaya başlanan Taaşşuk-ı Tal'at ve Fıtnat adlı romanı, so¬nu faciayla biten romantik bir aşk macerasını anlatır. Devrin "Millî Roman" anlayışına da uygun olan bu eser, gerek teknik ve gerekse karakter analizleri bakımından, çok başarılı değildir. Ayrıca, yazarın eserdeki dil yanlışları dikkatlerden kaçmamak-tadır.
Bu romanda Tanzimat dönemi tiyatro ve romanında çok işle-
nen bir konu olan aile baskısıyla yapılan evliliklerin trajik bir sonla biteceği tezi işlenmiştir. Şemsettin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat'la hem Batılı anlamda yeni bir türün ilk örneklerinden birini vermiş, hem de gençlerin isteklerinin dikkate alınmadığı, baskının hâkim olduğu aile düzeninin bir eleştirisini yapmıştır. Roman, görücü usulü evlilik, birbirine denk olmayan kişilerin evliliğinin ne gibi sonuçlara yol açacağı, kadınların esareti gibi sosyal sorunların ironik bir üslûpla anlatıldığı romantik bir aşk serüveni etrafında odaklanmıştır.
Eser, Batılı romana özgü birtakım özelliklere sahip olsa da ge-nelde klâsik Doğu hikâye geleneğinin kısmen devamı sayılır. Yazarın amacı bir sanat eseri olarak roman yazmak değil, ahlâ-ka ve sosyal yaşantıya dair birçok ibreti ve öğüdü okuyucuya iletmektir.
Roman, yanlış düşünme ve davranış biçimlerinin eleştirisi ve bunlara karşı yeni değerlerin savunulması üzerine oturtulmuş-tur. Örneğin "üfürükçüye" karşı "hekim" ön plana çıkarılmıştır. Romanda ağırlıklı olarak görücü usulü evlilik anlayışının yanlış¬lığı üzerinde durulmuştur. Yazar, görücü usulü evlilik karşıtı dü¬şüncelerini romanda Saliha Hanım karakterinin ağzından verir. Romanda ayrıca, evlenecek kıza bu konuda söz hakkı tanınmamasının sakıncaları anlatılmaktadır.
Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı eseri, geleneksel anlatım tarzından modern anlatım tarzına geçişin İlk örneklerindendir. Bu bakım¬dan her iki anlatım biçiminin de özelliklerini barın¬dırmaktadır. Bu eser, Doğulu toplumların iki ünlü hikâyesi "Leylâ ile Mecnun" ve "Kerem .ile Aslı" hikayeleriyle tematik açıdan benzerlikler'taşır. Ancak romanla bu iki eski hikâye arasında bazı fark¬lar görülmektedir. Bu farklar, romanın geleneksel anlatım teknik ve özelliklerinden batılı modern anlatıma geçişini de ortaya ko¬yan bir niteliktedir. Bunları ana hatlarıyla şöyle verebiliriz: Hikayelerdeki kişilerde ve olaylarda masal ve efsanelere özgü "olağanüstülük" unsuru egemendir. Duygular daha lirik, ve mistik niteliklidir. Âşıklar, aşkları uğruna uzun yolculuklara çı¬karlar, sevgililerine kavuşmak için büyük mesafeler kat ederler. Sosyal baskılar karşısında akılcı olmaktan çok, duygusal tepki gösterirler. Çevre ve mekân, duyguları dışa vurmada bir araç¬tır.
Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat romanında ise, "gerçekçilik" unsuru daha belirgindir. Aşk duygusu olağanüstü abartılardan sıyrıla¬rak daha insanî bir hâle gelmiştir. Talat, sevgilisine kavuşmak için pratik çözümler üretmeye çalışır, sosyal çevre baskısına al¬dırmadan akıl yoluyla çözüm bulmaya gayret eder. Çevre ve mekân tasvirleri daha gerçekçidir. Yazar, dili kullanmada başa¬rısızdır. Akıcı olmayan, pürüzlü bir dili vardır. Yer yer dil bilgisi bozukluklarına rastlanmaktadır. Bunun da başlıca nedeni, ya¬zarın 21-22 yaşlarına kadar Türkçenin dışında Arnavutça, Fran¬sızca, Rumca, İtalyanca, Lâtince, Eski Yunanca gibi dillerde eğitim görmesidir. Ancak sonraki dönemlerde Türkçeyle daha fazla haşir neşir olduğundan dili kullanımını düzeltmiştir. Yazar, romanında kişileri kendi sosyal ve ekonomik konumlarına uy¬gun olarak konuşturur.
Yazar eserinin bir yerinde konuyu gerçek bir olaydan almış ol¬duğunu belirtir. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, ilk olmanın kusurlarını taşır. Olayların gelişmesinde tesadüflere büyük yer veril¬miştir. Yazar eserde kendi kişiliğini gizlemez; ara sıra okuyucu¬lara seslenir, anlaşılmayacağını sandığı noktalar hakkında açık¬lamalarda bulunur. Üslubunda yer yer "meddah ağzı"na uygun söyleyişlere rastlanmaktadır. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, dil ve söyleyiş bakımından kusurlu olduğu için büyük bir sanat değe¬ri taşımaz. Bununla birlikte, tiplerin canlandırılması ve kişilerin ken¬di ağız özelliklerine göre konuşturulması yönünden oldukça başarılıdır.
Metnin âna teması aşk ve toplumdaki yanlış anlayışlardır. Kız-ların eve kapatılması, düşünceleri alınmadan evlendirilmeleri ve bunun yol açtığı olumsuzluklardır. Bu tür yanlışlıklar toplum¬da yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam etmektedir Bu yönüy¬le tema, sosyal hayatın yanlışlarını dile getirmek üzerine kurul¬muştur. Bu yönüyle eser Tanzimat'ın roman anlayışını yansıtır.
Eserlerinden bazıları: Cep Kütüphanesi Serisi (Bu dizide dili sade, ucuz ve küçük hacimli 32 kitap çıkarmıştır.)
Roman: Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat
Sözlük: Kâmus-ı Fransevî, Kâmus-ı Arabi, Kâmus-ı Türki (Türkçe sözlük)
Basılmamış eserleri: Kutadgu Bilig. Orhun Âbideleri

Nabizade Nazım (1862 - 1893)



Beşiktaş Askerî Rüştiyesi'nde okumuş, buradan yüzbaşı rütbe¬siyle mezun olmuştur, Bir süre bu okulda matematik ve topog¬rafya dersleri vermiştir. Bu görevine devam ederken kemik ve¬remi hastalığından dolayı Haydarpaşa Hastanesi'ne kaldırıl¬mış, ancak hastalığın pençesinden kurtulamayarak çok genç yaşta vefat etmiştir.
Nabizade Nazım şiir, hikâye ve roman türünde dikkate değer eserler kaleme almıştır. V. Hugo, A. de Musset, A. Dumas, L. Büchner ve Chateaubriand gibi Batılı yazarlardan çeviriler yap¬mıştır.
Şiirde sadece bir amatör olarak kalmış olan sanatçı, hikâye ve roman alanında başarılı eserler vermiştir. Nabizade Nâzım, Tanzimat edebiyatının son yıllarında kendini göstermeye başla¬yan, realist ve natüralist eğilimin temsilcilerinden biridir. Özel¬likle Karabibik adlı eseri, Türk edebiyatında realist akımın ilk yerli örneği olarak kabul edilmiştir. Ancak, o zamana ka¬dar romantizmle beslenmiş ve ona alışmış olan hikâye ve ro-man okuyucusunun baskısı altında bulunduğu için yer yer ro¬mantizme kapılmaktan kurtulamamışsa da, Karabibik ve Zeh¬ra'da realizme çok yaklaşmıştır. Karabibik'in ön sözü, realizm ve natüralizmin küçük bir beyannamesi niteliğindedir. Yazar, rea¬lizm ve natüralizmin esaslarını açıkladıktan sonra, bunlara bir örnek olarak da Karabibik'i yazdığını söyler. Gerçekten sanat¬çı, bu eser ile köy yaşamını gerçekçi bir şekilde yansıtmıştır. Kahramanı bir köylü olan ve olayı Antalya'nın bir köyünde ge¬çen hikâye, köyün bütün hayatını realist bir bakış açısıyla yansıtır. Ya¬zar, realiteye bağlılık düşüncesi ile köylülerin ağız özelliklerini de ay¬nen vermiştir. Bu durumu İle Karabibik, Türk edebiyatındaki köy roman ve hikâye tarzının ilk örnekleri arasındadır.
Nâbîzâde Nazım'ın özelliklerinden biri de eserlerindeki bütün kahramanları kendi seviye ve yetiştikleri çevreye göre konuşturmasıdır.
Nabizade Nazım'tn, Karabibik'i yaz¬madan önce Antalya'nın köylerine gidip çevre, kişiler ve kişilerin ko¬nuşmaları hakkında bilgi sahibi ol¬mak için araştırmalar yapmıştır. Anadolu'yu ve Anadolu'da yaşayan . kişileri yakından bilen yazar, doğallı¬ğı bozmamak için köylülerin konuş¬masını, bu romanda da olduğu gibi vermiştir. "Andalya'dan çağırmışla, muayna olacâmış." cümlesi bunun örneklerinden biridir. Yazar bunu yapmakla yerli ve mahallî öğelerden yararlanmıştır.
Köylülerin bakış açısıyla eserini kaleme alan Nabizade Nazım, köylüler için önemli olan tarla, hayvan gibi yerli öğeleri ön pla¬na çıkarmıştır. Hatta kızların evlenmeleri bile köy hayatındaki yerli öğelere göre şekillenmektedir.

Yazarın "Zehra" adlı romanı, psikolojik tahliller bakımından Na-mık Kemal'in İntibah'ı ile Servet-i Fünûn romanı arasında dik-kate değer bir noktada durmaktadır. Yazar, asıl başarısını Zeh¬ra'da göstermiştir. Bu uzun hikâyedeki denemelerinden sonra romana geçen ve büyük bir gözlem ve araştırma gücüne sahip bulunan Nabizade Nazım, kıskançlık temasına oturtulmuş olan olayı ve olayların geçtiği çevreleri tam bir realizmle betimleme¬yi başardığı gibi, karakterlerin betimlemesinde ve analizinde de aynı başarıya ulaşmıştır. Romandaki psikolojik analizler, he¬le kıskançlık psikolojisinin geliştirilmesi ve ayrıca bazı sosyal çevrelerin tanıtılması dikkate değer bir özenle yapılmıştır. Bu bakımdan Zehra, edebiyatımızda ilk psikolojik roman deneme¬si olarak da kabul edilebilir. Yalnız, devrin genel eğiliminden gelme bir alışkanlıkla, olayda entrika unsuruna fazla yer veril¬miş ve sonuç çok trajik bir şekilde düzenlenmiştir..Her yönden modern bir roman anlayışına eriştiğini gösteren romancı, üslûp bakımından, Namık Kemal'in izindedir. Dilde de, Farsça ve Arapça kelimelerden ve tamlamalardan mümkün olduğu kadar uzaklaşarak, ortalama bir dil kurabilmiştir.
Gerek Karabibik, gerekse Zehra, sanatçının teorik fikirlerinin başarıyla uygulandığı eserlerdir. Nâbîzâde Nazım, Hasba'da roman ile hikâye arasındaki fark üzerinde de durmuş, bu iki tü¬rü tarif etmeye çalışmıştır.
Eserleri: Karabibik, Hikâyeler, Zehra, Hasba, Sevda, Hâlâ Gü-zel (hikâye ve roman), Heves Ettim (şiir)

TANZİMAT EDEBİYATI VE REALİZM


Tanzimatçıların etkilendiği diğer bir Edebî akım ise realizmdir. Realizm (gerçekçilik) akımı 19. yüzyıl ortalarında Fransa'da or¬taya çıkmış ve 20. yüzyıl romanının gelişimini önemli ölçüde et¬kilemiştir.
Realizm, hem klasi¬sizme hem de ro¬mantizme tepki ola¬rak ortaya çıkmıştır. Bu akımda amaç, edebiyatı ve sanatı klasik ve romantik akımların yapaylığın¬dan kurtarmaktır. Bu¬nun için de eserlerde gerçeğin yansıtılma¬sında gözleme başvurulmuş, konular toplumsal sınıflar arasın¬dan seçilmiştir. Bu akıma bağlı sanatçıların yapıtlarında duygu¬ların yerini insan ve toplum gerçekleri almış, günlük yaşam, ön yargısız, bilimsel bir tutumla ortaya konmuştur. Sanatçılar, yan¬sız bir tutum içine girdikleri için eserlerinde kendilerini gizle¬mişler, kendi görüş ve duygularını eserlerine yansıtmamışlardır. Biçim güzelliğine konu kadar önem veren realist sanatçılar, olayları anlatırken olayların oluşumunda etkili olan sosyal ne¬denleri de incelemişlerdir. Realizmin iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert ve Emile Zola'dır.
Realizmin Temsilcileri
Fransa'da: Flaubert, Zola, Balzac, Stendhal
Rusya'da: Lev Tolstoy, İvan Sergeyeviç Turgenyev, Fyodor Döstoyevski
İngiitere'de:Charles Dickens ve Anthony Trollope;
Amerika'da: Theodore Dreiser;
İrlanda'da: James Joyce realizmin önemli temsilcileridir.
Türkiye'de: Türk edebiyatında Recaizâde Mahmut Ek¬rem, Samipaşazâde Sezai bu akıma bağlı kalmış sanatçı¬lardandır.

Samipaşazâde Sezai (1860 - 1936)


Samipaşazâde Sezai, babasının Taşkasap Semti'ndeki büyük konağında doğmuş, ço¬cukluk ve ilk gençlik yıllarını eserlerinde derin izler bırakan bu konakta geçirmiştir. Bu ko-nak, devrin İleri gelen kültür ve edebiyat adamlarının toplantılarına sahne olan bir ko¬naktı. Konağa devam edenler arasında Ziya Paşa, Ali Süavi, Ahmet Velik Paşa vardır. Çamlıca'daki köşkleri ise, devrinde "bir mekteb-i edeb" (edebiyat okulu) diye ün kazanmıştır. Samipaşazâde Sezai Çamlıca'da Abdülhak Hamit ve Recaizâde Ekrem ile tanışmıştır. Yazı yaşa¬mına on dört yaşında ailesinden gizli olarak Kamer adlı bir der¬giye yazı göndererek başlamıştır. İngiltere, Özellikle Londra onun edebî ufkunu genişletmiş, ingiliz edebiyatını, bilhassa Shakespeare'i okumuştur.
İstanbul'da geçirdiği 1886-1901 yılları, Samipaşazâde Sezai 'nin edebî hayatının en verimli dönemi olmuştur. 1888'de Sergüzeşt'i, 1891'de Küçük Şeyler'i, 1898'de Rumûzu'l Edeb'i yayımlamıştır. Sergüzeşt'te "esaret ve hürriyet" kavramlarını işlediğinden takibe alınmıştır.
Samipaşazâde Sezai, Tanzimat'ın ikinci nesline mensuptur. Abdülhak Hamit ve Rezaizâde Ekrem gibi o da Namık Kemal'in etkisinde kalmış, ömür boyu düşüncelerinin ateşli bir savunucusu olmuştur. Samipaşazâde Sezai, edebiyatımızda genellik¬le "Sergüzeşt" yazarı olarak bilinir. Bu şöhret onun hikayeci ve denemeci yönünü gölgede bırakmıştır. Halbuki onun asıl çığır açan ve Servet-i Fünûncuları etkileyen eseri "Küçük Şeyler" adlı kitabıdır. Samipaşazâde Sezai, romantik bir mizaca sahip¬tir, fakat realist akımın da etkisinde kalmıştır. Bunu hikâyelerin¬de olduğu kadar gezi notlarında, hatıra yazılarında da görebili¬riz.
Bu bakımdan Samipaşazâde Sezai'yi Türk edebiyatında ro-mantizmden realizme geçişi hazırlayan bir yazar olarak da de¬ğerlendirmek yerinde olur. Samipaşazâde Sezai, hiç şüphesiz Halit Zİya'dan önce İlk büyük üslup ustamızdır. Fakat o Halit Zi¬ya gibi Türk dilinin grameri üzerinde sistemli bir şekilde düşün¬mediğinden, cümleleri Halit Ziya'nınkiler kadar sağlam değildir.
Samipaşazâde Sezai, Servet-i Fünûnculardan önce Sergü-zeşt'te aktüel bir konuyu estetik bir şekilde işlemiştir. Samipa-şazâde Sezai, Türk romanında İnsan-mekân ilişkisini İlk olarak dengeli bir şekilde kuran romancımızdır. Romanın tenkit edile¬bilecek yönü, romantik bir tutumla ele alınan "cariyelik/köle¬lik" meselesinin sadece doğuya özgü bir kurum gibi gösteril mesidir. Samipaşazâde Sezai. Amerîka'daki köleliği, Avru pa'nın sömürgeciliğini görmezlikten gelmiştir.
Türk romanında cariyeler, aile içindeki konumları itibarıyla ge-nellikle rahat, iyi ve olumlu yönleriyle sunulurken Samipaşazâ¬de Sezaî, Sergüzeşt (1889) romanında bu sınıfın dramatik ve trajik durumunu öne çıkarmıştır.,
Romanlarda sadece Çerkeş cariyelere değil, zenci erkek köle-lere de yer verilmiştir. Cevher bu romanda hayatı hikâye edilen erkek köledir.
Sergüzeşt, Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş dö¬neminin yaşayış tarzını bir konağın günlük hayatı içinde ve rea¬list bir şekilde verir.
Gerek karakter ve gerekse mekân tasvirlerinde romancı, ge-nellikle, realisttir. Fakat romanda, yer yer romantik bir atmosfer de göze çarpar. Bu hali ile eser, romantizmden realizme geçi-şin romandaki ilk denemesi olarak kabul edilebilir.
Sergüzeşt'in dilinde tam bir istikrar yoktur. Birçok yazısında Türkçenin sadeleştirilmesine taraftar olduğunu söyleyen yaza¬rın, betimleme ve analizlerde, Türkçeden uzaklaştığı görülür. Üslûpta Namık Kemal'i izlese de, eserlerinde özensiz bir üslûp görülmektedir.
Bir paşanın oğlu ile bir cariyenin aşk macerasını anlatan Ser-güzeşt, o zamanlar artık kapanmak üzere olan bir devrin; cariyeli, köleli büyük konak hayatının, Türk romanındaki en başa¬rılı örneğidir. Yazar, bu hayatın bizzat içinde yaşadığı için, ge¬rek kahramanları ve gerekse olayları anlatmada, kendi gözlem¬lerinden bol bol faydalanmıştır. Babasının kırk cariyeli konağı, hayatları bile kendilerinin olmayan bu insanların o devirde en iyi eğitim gördükleri yerlerdendir. Nitekim romanın kahramanı Dilber'in, bu konağa satıldıktan sonra, eğitimine, Öğrenimine çok dikkat edilmiş; Dilber'e piyano ve Fransızca öğretilmiştir. Fakat cariyelerin satıldığı her yer, elbette ki, bu konak gibi de¬ğildir. Romanın ilk kısmında, hemen her cariyenin hayatında yer alan bu kölelik ıstırapları anlatılır. Ancak yazar, yakın çevre¬sinde görmediği için kendi gözlemleri dışında kalan bu ıstırap¬ları anlatabilmek için başka kaynaklara başvurmuş, Victor Hugo'nun Sefillerinden faydalanmıştır. Dilber'in konağa gelme¬den önceki ıstıraplı hayatı ile Sefiller'deki Cosette (Kozet)'İn ço¬cukluk hayatı arasında sıkı bir yakınlık kurmuştur. Dilber'in çek¬tiği acıları Sefiller'den edindiği bilgi İle yansıtmıştır.
Samipaşazâde Sezai, kölelik kurumunun sorunlarını bireysel ve sosyal dramlarını bu romanda çok etkili, vurgulu ve eleştirel bir biçimde işlemiştir. Romanda kadın (Dilber) ve erkek (Cev-her) kölelerin insanî dramları sergilenirken konu, bireysel ve sosyal planda ele alınıyor.
Yazar, romanda insanın hayvan gibi alınıp satılamayacağını, herkesin doğuştan getirdiği bir hürriyete sahip olduğunu, esir bile olsa insanın kendine ait bir yaşantısı, duygusu, düşüncesi, sevgisi, kalbi olduğunu öne çıkarmaya çalışmıştır.
Samipaşazâde Sezai, Sergüzeşt'te çaresiz, savunmasız, aciz, zavallı, yapayalnız ve sahipsiz kölelerin dramını dile getirerek onların savunmasını yapmıştır âdeta. Bunu daha çok romantik bir kurgu İçinde okuyucuların merhamet duygusuna seslene-rek dillendirir. Dilber'in satılması ve sonrasında gittiği yerdeki yalnızlığı ve karşılaştığı insanî olmayan davranışları görebiliyo¬ruz. Edebiyatımızda ilk defa Samipaşazâde Sezai tarafından Sergüzeşt romanı İle eleştirilen kölelik kurumu, günümüzde ta¬mamıyla ortadan kalkmıştır. Artık Dilber gibi birisine günümüz¬de rastlamak olanaksızdır. Bu yönüyle Sergüzeştin yazıldığı dönemle sıkı bir ilişkisi varken aynı şey günümüz için geçerli değildir.
Yazar, dönemi içinde yürürlükte olan kölelik konusunu duygu-sal (romantik) bir atmosferde işlemiş ve köleliğin insan İçin ne denli kötü olduğunu ortaya koymuştur. Romanın yazılış amacı da budur.
Romanda anlatılan olaylar Tanzimat döneminde yaşanan olay¬lardır. Dolayısıyla roman, dönemin gerçekleriyle uyuşmaktadır. Romandaki kişiler o günün ortamında insanların karşılaşabile¬ceği kişilerdir. Romanın konusu toplumun yaşadığı olaylardan seçilmiş, böylece romanın toplumsal gerçekleri yansıtabilmesi özelliğinden yararlanılmış, romanla sosyal yaşam arasında iliş¬ki kurulmuştur.
Olayların gerçeklerle örtüşmesi, mekanların toplumun içinden seçilmesi, kişi-olay ve mekan arasında bütünlüğün olmasını sağlamıştır.
Samipaşazâde Sezai, o güne kadar ele alınmamış bir konuyu, cariyelik ve kölelik konusunu, işlediği için Sergüzeşt, diğer eserlerle tema bakımın bir benzerlik göstermez. Sergüzeşt, Ah¬met Mithat Efendi'nin Letâif-i Rivâyât adlı hikâye kitabındaki Esaret adlı hikâye ile tema bakımından benzerlik gösterir.

Eserleri: Sergüzeşt (roman) ve Küçük Şeyler (hikâye)

Recaizâde Mahmut Ekrem'in Romancılığı


Tanzimat edebiyatımızın en önemli şairleri ve yazarları arasın-dadır. Recaizâde Mahmut Ekrem; şiir, eleştiri, hâtıra, çeviri, in-celeme, hikâye, roman, tiyatro alanında 251 aşkın eser vermiş¬tir. En tanınmışları: Afife Anjelik (piyes), Muhsin Bey (hikâye) Şemsa (hikâye) ve Araba Sevdası (roman)'dır.
Edebiyatımıza yeni, daha doğrusu batılı edebî türlerin kazandı-rılmasında Recaizâde Mahmut Ekrem'in de emeği vardır. Hikâye ve roman, işte bu yeni edebî türlerdendir. Ancak önce-likle şunu belirtmek gerekir ki yazar, bu türleri 1890'larda kale-me almıştır. Saime İle İlk hikâye denemesini yapmış, fakat bu eser tefrika edilirken hükümetçe yarıda kesilmiştir. Muhsin Bey romantik bir aşkın hikâyesidir. Onun bu türde en tanınmış ese¬ri Araba Sevdası yahut Bihruz Bey'in Âşıklığı adlı romanıdır. Ba-tılı yaşayış tarzına özenmenin aşırılığını eleştiren bu roman, edebiyatımıza Bihruz Bey tipini kazandırmıştır. Ahmet Mithat'ın Felatun Bey'le Rakım Efendi romanında da Araba Sevdası'ndaki tema daha önce ele alınmış olmakla beraber, Araba Sevdası onunla karşılaştırılmayacak kadar moderndir. Ahmet Mithat Efendi, Doğulu (Rakım Efendi) ve Batılı (Felatun Bey) iki tipi karşılaştırırken Recaizâde Mahmut Ekrem yalnız batılılaş¬mayı hazmedemeyen bir tipin (Bihruz Bey) yaşamını işlemiştir. Romanın kahramanı Bihruz Bey, birçok noktada, Ahmet Mit¬hat'ın Felatun Bey'ine benzemektedir.
Araba Sevdası, konunun seçilişi ve işlenişi bakımından realiz¬min, aşkın başlaması ve gelişmesi bakımından da romantizmin en güzel örneğini sergilemektedir. Romanın bir başka özelliği ise yazarın roman tekniğini iyi kavramış olduğunu göstermesi¬dir. Bununla birlikte Araba Sevdası teknik bakımdan zayıf bir romandır. Teknik bakımından Batılı anlamdaki romanları Halit Ziya, Servet-i Fünûn döneminde yazmıştır.
Recaizâde Mahmut Ekrem, Araba Sevdası'nda, arada Fransız¬ca kelimeler olsa da, çoğunlukla Osmanlıca kelimeler kullan¬mıştır. Romanın dili bu yüzden yalın değildir. Yazarın kullandığı sözcükler, özellikle seçilmiş gibidir. Çok zengin anlamlı kelime¬ler kullanılmıştır. Recaizâde Mahmut Ekrem'in kendine göre özgü bir anlatımı vardır. Bu dil, yaşadığı dönemin edebiyat anlayışı (Tanzimat'ın ikinci dönemi) ile uygunluk göstermektedir.
Edebiyatımızda polemiğin gelişmesinde Recaizâde Mahmut Ekrem'in de katkıları vardır. O, değişik edebî konuları gündeme getirirken zaman zaman edebî tartışmalara girmekten geri kal-mamıştır.
Recaizâde Mahmut Ekrem'in en dikkat çekici özelliği kuramcı oluşudur. Bu yönü ile o, edebiyatımızın düşünen adamı olarak tanınmıştır. Batılı düşünce ve görüşleri edebiyatımıza kazandı¬ran odur. Yeni yetişen gençleri destekleyen, onlara yön veren de odur. Kısacası Recaizâde Mahmut Ekrem, Tanzimat edebi¬yatının çok yönlü bir sanatçısıdır.
Araba Sevdası'nda, gerek olay ve gerekse karakterler tama-mıyla doğal ve yerlidir. Karakterlerin ve olayların betimlemesin¬de realizme son derecede bağlı kalınmış ve realist romana ör¬nek verilmiştir.
Recaizâde Mahmut Ekrem, "Araba Sevdası" romanıyla Türk ro-man tarihimizde, romantizmden realizme geçen ilk romancımızdır.
Recaizâde Mahmut Ekrem, Araba Sevdası (1898) adlı romanı ile yanlış batılılaşmayı ele almıştır. Yayımlanmasından yaklaşık on yıl ön¬ce yazılmış olan Araba Sevdası'nın kahrama¬nı, Bihruz Bey adında, mirasyedi bir paşaza¬dedir. Bütün İşi gücü ve merakı alafranga gi¬yinmek, alafranga yaşayış kurallarına yarım yamalak uymak, Hristiyan azınlıklardan ber¬berlerle ve garsonlarla Fransızca konuşmak ve araba kullanmaktır. Bütün benzerleri gibi Bihruz Bey de, çok basit bir kültüre sahiptir. Fransızcayı değil, Türkçeyi bile doğru dürüst konuşup yazamaz; fakat evinde bir Fransızca öğretme¬ni ve Fransızca konuşabilen bir uşak bulundurmaktan hoşlanır. Yerli ve millî olanı beğenmemek; hatta hor görmek alışkanlığın-dadır. Türkçe konuşurken bile, sözlerine sık sık Fransızca keli¬meler karıştırır. Onun bütün bu vasıfları, okuyucuyu kendisine güldürmek için yeter.
Recaizâde Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası, dönemin Fransız yaşam tarzına ve modasına kendini, kaptırmış bir gencin, Bihruz Bey'in, romanıdır, Yazar, dönemin yaşam tarzını renklendirmek için araba sevdası ve aşktan yararlanmıştır. Romanda bu iki unsur, birbiri ile sıkı sıkı¬ya bağlıdır. Araba sevdasına kapılmış olan Bihruz Bey, güzel bir arabanın içinde gördüğü kıza âşık olur. Böylece Bihruz'un yaşamı bir üçlü kısır döngüye girer: Konak hayatı, Batılı yaşa¬yış tarzının sergilendiği seyir yerleri (araba modasının yay¬gın olduğu Çamlıca sefaları ve Beyoğlu) ve aşk.
Bu kısır döngü içinde Bihruz Bey babadan kalma servetini ve çok sevdiği arabasını kaybeder. Yukarıdaki metinde ise âşık ol-duğu Periveş'in gerçek kimliğini öğrenir ve onu da kaybeder.
Sonuç olarak yaptığı yanlışlıklar her şeyini kaybetmesine yol açar. Recaizâde Mahmut Ekrem, Bihruz Bey tiplemesi ile Os-manlı'nın son dönemindeki yanlış batılılaşmayı eleştirmiş ve yanlış batılılaşmanın yol açtığı olumsuzlukları ortaya koymuş-tur. Yazarın bu romanı yazmadaki temel amacı; yanlış batılılaş¬manın yol açtığı yanlışlıkları ve kişilerin yaşadığı yıkımları gözler önüne sermektedir.
Romanda anlatılan kişiler Tanzimat döneminde yaşamış veya yaşaması söz konusu tiplerdir. Bu yönüyle romandaki gerçek-ler, toplumsal gerçeklere ters değildir. Dolayısıyla roman zama¬nın gerçeklerini yansıtmaktadır.
Romanda verilmek istenen mesajın günümüzde de geçerliliği vardır. Batının dilini ve kültürünü bilmeden bilir gibi görünmek, eğlence yerlerinde ömrünü tüketmek ve tanımadığı kadına âşık olmak, her zaman aynı olumsuz neticelere yol açabilir. Bu ger¬çekleri göz önüne aldığımızda Araba Sevdası romanının zama¬nı ile sınırlı olmadığı görülmektedir.
Roman kişileri: Bihruz Bey: Alafrangalığa özenir, süslü ve gösterişi sever. Şık giyinir. Şımarık, sorumsuz ve züppe bir gençtir. Mösyö Piyer: Bihruz Beyin nabzına göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyardır. Periveş: Sarışın, orta boylu, narin yapılı, gönül avcısı bir yosmadır. Gözleri çok güzel, çizgili koyu sarı, kaşları kumral, kilolu, burnu ise incecik, ağzı küçük ve biçimli-dir. Çengi: Uzun boylu, Periveş hanımdan daha yaşlı ve kilolu-dur. Mavi gözlü, esmer yüzlü, sürekli konuşan, gülmeyi çok se-ven, yaşına göre çok dinç biridir. Keşfi Bey: Bihruz Bey gibi züppe, alafrangalığa özenen süsü ve gösterişi seven biridir. Ay¬rıca yalancıdır.
Romandaki kişiler Tanzimat döneminin karakteristik özellikleri¬ni yansıtmaları İçin seçilmiştir. Bu kişilerle toplumdaki bu tiple¬re ilgi çekilmek istenmiş, belli bir kesim yansıtılmaya çalışılmış¬tır. Toplumun içinden seçilen bu kişilerden hareketle onların duyguları, yaşamları ve yaşam felsefeleri analiz edilmiştir.
Romanda mekân, ağılıklı bir yer teşki! etmektedir. Özellikle Çamlıca ve Beyoğlu'ndaki eğlence yerleridir romandaki mekân¬lar. Romanın asıl kahramanlarından olan Bihruz Bey buralarda arabası ile dolaşır ve âşık olduğu kıza, romanın diğer bir kah¬ramanı olan Periveş'e, Çamlıca'da rastlar. Romandaki bu-me¬kanlar, dönemin eğlence yaşamına damgasına vuran yerlerdir ve bu mekanlar kurgu değil, gerçektir. Gerek Bihruz Bey gerek¬se Periveş, romandaki bu mekânlarla bütünleşmiş kişilerdir; çünkü yaşamları bu mekânlarda geçmiştir ve bu mekânları çok sevmektedir. Bu mekânlar ve bu tür mekânlara takılan, yaşam¬larını bu tür eğlence yerlerinde geçiren ve yanlış kadınların pe¬şinden gidip elindekileri kaybeden kişilere günümüzde de rast¬lamak mümkündür. Bu açıdan romandaki olayların günümü¬zün olayları ve sosyal yaşamları ile ilgisi vardır. Yani Araba Sevdası günümüzün gerçeklerine ve sosyal yaşamına seslenebilen bir romandır.
Recaizâde Mahmut Ekrem'in bu romanında işlediği konu İle Ahmet Mithat Efendi'nin Felatun Beyle Rakım Efendİ'sİnin ve Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanının konusu arasında benzerlikler söz konusudur. Bu eserler de yanlış evli¬liklerin ve yanlış batılılaşmanın ortaya çıkardığı çarpıklıkları işle¬miştir. Ahmet Mithat Efendi, Felatun Beyle Rakım Efendi'de yanlış batılılaşmayı Felatun Bey tipi ile eleştirirken, doğru batı¬lılaşmanın nasıl olması gerektiğini Rakım Efendi tipi ile göster¬miştir. Recaizâde Mahmut Ekrem ise sadece yanlış batılılaşma¬nın örneği olan tipi, Bihruz Bey'i, ortaya koymuştur.

13 Ekim 2010 Çarşamba

OSMANLI'DA YENİLEŞME HAREKETLERİ

Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarına doğru kaybedilen savaşlarla tanışmaya başlamıştır. Kaybedilen savaşlar sonrasında sarsılan askeri otorite ve devlet düzeninin yanında, ekonomik ve sosyal hayat da olumsuz yönde etkilenmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti bu durumu düzeltmek için kendi içinde arayışlara başlamıştı. Fakat bu amaç doğrultusunda yapılan çalışmalardan iyi bir başarı sağlanamamıştı. Osmanlı bu içinde bulunduğu durumu düzeltmek için yüzünü artık Batıya çevirmeye başladı.
Avrupa’da yeni bir siyasal düzen ve toplum anlayışının kapılarını açan “1789 Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti’nde “yenilikçi padişahlar dönemi”nin başlangıcıdır. III. Selim, 1808’e kadar süren iktidarında, askeri, idari, mali ve iktisadi alanlarda ilk köklü değişiklikleri başlattı. Bu köklü değişim çabaları daha çok askeri alanda olmuştur.
Yenileşme çabalarının süreklilik kazanması ancak II. Mahmud’un saltanatının son devresinden itibaren mümkün olabildi. Zarar gören devlet otoritesini onarmak, iç ve dış güvenliği sağlayabilecek askeri güce sahip olmak, mali ve ekonomik yapıyı güçlendirmek ve nihayet sosyal ihtiyaç olarak öne çıkan yenilikleri yapmak Sultan’ın esas amacı idi.
Osmanlıda başlayan bu yenileşmenin yanında Batılaşma hareketleri iç ve dış sebepler sonucunda devam etmiştir.

TANZİMAT FERMANI(TANZİMAT-I HAYRİYE) (GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU) - 3 KASIM 1839

Tanzimat Fermanını, Londra elçiliğinden Dışişleri Bakanlığına getirilen "Mustafa Reşit Paşa" hazırlamıştır.
Ferman, Topkapı sarayının Gülhane bahçesinde, padişah, sadrazam, yabancı devletlerin elçileri, patrikler, büyük devlet memurları önünde "Mustafa Reşit Paşa " tarafından okunmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın bozulmaya başlaması nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde başlayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıkar çıkmaz ıslahat hareketine devam etmek amacında olduğunu göstermesi Osmanlı Devlet yapısındaki değişimin başlangıcıydı. Sadrazam Mustafa Reşid Pasa, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu Padişah adına kaleme almış; devlet ve birey arasındaki ilişkilerde devletin modernleştirilmesi amacına dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmiştir.
İlanının Nedenleri :
•Avrupalıların içişlerimize karışmasını engellemek
•Halkın sosyal yapısında yenilikler yaparak çağdaşlaşmayı sağlamak
•Mısır valisi M.Ali Paşa’ya karşı Avrupalı devletlerin desteğini sağlamak
Önemi: Tanzimat fermanıyla Osmanlılara " Kanun " gücü girmiş oluyordu. Başka bir sonucu da, Tanzimat dönemi aydın tipini yetiştirerek eğitimde vermiştir.
Tanzimat Edebiyatı, bir kültür ve siyasi hareketin sonucu olarak ortaya çıkmış bir edebi akımdır. 3 Kasım 1839'da Reşit Paşa tarafından ilan edilen ve Gülhane Hattı Hümayunu da denilen yenileşme beratının yürürlüğe konmuş olmasından doğmuştur. Bu olay daha sonraları Tanzimat Fermanı olarak adlandırılacak,gerek siyasi alanda gerek edebi ve gerekse toplumsal hayatta batıya yönelmenin resmi bir belgesi sayılacaktır. Edebiyat Tarihçilerimizde 1839 yılını Tanzimat edebiyatının başlangıcı olarak kabul edeceklerdir.
Amacı, metot bakımından Batılı, öz ve ruh bakımından milli bir edebiyat yaratmaktır.
Türk toplumundaki esaslı değişmeleri , fikir ve yenilik hareketlerini yansıtır.
Bu dönem edebiyatı üç dönemde incelenir:
a) Hazırlık dönemi (1839-1860) :Bu dönem şiirlerinde üzerinde halk edebiyatı etkileri görülür. Batı’dan çeviriler dikkat çeker (Akif Paşa, Sadullah Paşa, Müfit Paşa, Yusuf Kamil Paşa dönemin önemli isimleridir)…
Özellikle Fransız Edebiyatı’ndan şiir, hikaye ve roman çevirilerinin yapıldığı bir geçiş dönemidir. Divan Edebiyatı ile Tanzimat Edebiyatı arasında bir köprü gibidir.
Devlet eliyle çıkarılan ilk Türk gazetesi olan TAKVİM-İ VAKAYİ bu dönemde çıkarılır.
Bu dönemde Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemak ilk çeviri romanımızdır.
b)1.Dönem Tanzimat Edebiyatı (1860-1877): 1860’ta Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayımlanmasıyla başlar, 1877’ye kadar sürer. 1877’de II.Abdulhamit’in Meşrutiyet Meclisi’nin çalışmalarını durdurmasıyla sona erer.
c) 2.Dönem Tanzimat Edebiyatı (1877-1895): 1877’den başlar, 1895 yıllarına kadar sürer.

BİRİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATI ÖZELLİKLERİ
I. Dönem Tanzimat Edebiyatı (1860-1877) Özellikleri:
1.”Toplum için sanat” anlayışı benimsenmiştir.Sanat, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanılmıştır.
2. Eserlerin halkın anlayabileceği sade bir dille yazılması amaçlanmıştır.
3. Divan edebiyatının süslü-sanatlı düz yazısı yerine, belli bir düşünceyi iletmeyi amaçlayan yeni bir düzyazı geliştirilmiştir; ilk kez noktalama işareti kullanılmıştır.
4. Şiirde yeni konular (yurt, ulus, özgürlük, insan hakları...)işlenmiştir. Biçim bakımından Divan edebiyatına bağlılık sürmüş; gazel, kaside, murabba, terkib-i bend gibi nazım biçimleri kullanılmıştır.
5. Tanzimat sanatçıları, Fransız edebiyatını örnek almışlar; klasisizmin ve romantizmin etkisinde kalmışlardır. * Klasizim (Şinasi, Ahmet Vefik Paşa), romantizm (Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi)
6. İlk örnekleri bu dönemde görülen roman, teknik yönden zayıf ve kusurludur. Romanlarda Batılılaşmanın yanlış anlaşılması, aile sarsıntıları, köle ticareti gibi konular işlenmiştir.
7. Tanzimat tiyatrosu, sahne dili ve tekniği açısından başarılıdır. Tiyatro, halkı eğitmek için bir okul gibi düşünülmüştür.
8. Tanzimat edebiyatı, batı etkisindeki Türk Edebiyatı’nın ilk durağı olmasından ötürü, Batı edebiyatı türlerinin ilk örnekleri bu dönemde verilmiştir. Bu dönem edebiyatı bir “ilk”ler edebiyatıdır.

İKİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATININ ÖZELLİKLERİ
II. Dönem Tanzimat Edebiyatı (1877-1895) Özellikleri:
Bu dönemin, 1.Meşrutiyet Meclisi’nin 1877’de, Osmanlı- Rus savaşı gerekçe gösterilerek kapatılmasıyla başlayan baskıcı yönetimi vardır. Bu durum sanat ve edebiyatı da etkilemiştir.

1. Bu dönemde toplum sorunlarından uzaklaşılmış, ‘sanat için sanat’ ilkesi benimsenmiştir.
2 . Dilde sadeleşme çabası bırakılmıştır. Dil oldukça ağırlaştırılmıştır.
3. Batı edebiyatı türlerinde ürünler verilmiş, sanatçılar daha da ustalaşmıştır.
4. Şiirin konusu genişletilmiş, bireysel konulara dönülmüştür. Ayrıca biçimsel yenilikler getirilmiştir. Recaizâde Mahmut Ekrem, özellikle Abdülhak Hamit’in eserlerinde bu açıkça görülmektedir.
5. Romanda realizmin etkisi görülmüş, ilk realist roman bu dönemde yazılmıştır. Realizm ve natüralizm baskın akımlar olarak göze çarpar.
6. Tiyatro önemini yitirmiş, sahne dil ve tekniği açısından başarısız eserler yazılmış. Tiyatro eserleri oynanmak için değil okunmak için yazılmıştır.

RASYONALİZM (AKILCILIK)

Akılcılık, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki mühim olan bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez akli ve mantıki ilkelere sahip olduğunun kabulü ile, çeşitli a priori ve apaçık hakikatlerin varolduğunu kabul eder. Son zamanlarda, çeşitli dilbilimcilerin bazı dilbilim kavramları hakkındaki yazıları haricinde, a priori bilginin varlığı sıklıkla reddedilmiş, kabul edilse dahi etki alanı ve konumu daraltılmıştır.

Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda dindeki vahiyle yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle (içe doğmayla değil) karşılaştırılır.

Batı'da akılcı gelenek Elealılar, Pitagorasçılar ve Platon ile (aklın kendine yeterliliği teorisi Yeni-platonculuğun ve idealizmin başat temasıdır) başlar (Runes, 263). Aydınlanma'dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir (Bourke, 263). Akılcılık Avrupa'da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere'de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Fakat bu akılcılık ve deneycilik akımları ile filozofların akılcı ve deneyci fikirleri detaylıca incelendiğinde pek doğru bir eylem veya bakış açısı değildir. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir (Lacey, 286–287). Aşırı noktasında, deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi reddeder ve her türlü bilginin deneyim ile edinildiğini savunur. Akılcılık ise, aşırı noktada bilginin deneyim ve algı olmaksızın saf akıl ile tamamen ve en iyi şekilde edilnilebileceğini savunur. Yani deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır. Bununla birlikte, bu tüm rasyonalistlerin doğa bilimlerinin deneyimsel bilgi ve algıların yardımı olmadan tam anlamıyla bilinebileceğini öne sürdükleri anlamına gelmez. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır (Hatfield).

Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Christian August Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn. 18. yüzyıl'da akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temelendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındiığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.
Daha fazla bilgi için http://tr.wikipedia.org/wiki/Ak%C4%B1lc%C4%B1l%C4%B1k bağlantısına gidiniz

POZİTİVİZM

Pozitivizm, olguculuk iki felsefi düşünceye verilen addır. Her iki düşüncenin de teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır.

daha eski olan pozitivism Auguste Comte'un 19. yy. da ortaya attığı düşüncedir.
daha yeni olan mantıksal pozitivizm 1920'de Viyana Çevresi tarafından kurulmuştur.
Yapısal antrolopolojist Edmund Leach 1966 Henry Myers derslerinde pozitivizmi şu şekilde tanımlamıştır.

Pozitivizm ciddi bilimsel sorgunun, bir dış kaynaktan gelen nihai sebepleri aramayan ama direkt gözleme açık olan gerçekler arasındaki ilişkilerle sınırlı olmasını söyleyen görüştür.
Pozitivizm aynı zamanda hukuki pozitivizm adı verilen hukuk görüşünün de ismidir. Doğa yasalarına ters olarak hukuki sistemlerin evrimsel yollarla bağımsız olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Hukuki pozitivizm, bazen kanunlara içeriği ne olursa olsun uyulmalıdır şeklinde de anlaşılmıştır. Carlos Nino bu iki anlayışın ilkine 'metodolojik' ikincisine ise 'ideolojik' ismini vererek ayırmış ve sadece ilkinin felsefi olarak savunulabilir olduğunu öne sürmüştür.

Felsefede olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşü
Genel çizgileriyle Olguculuk, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular.
pozitivizm terimini ilk kullanan Saint Simon(Sen Simon)dur
Bu felsefeyi geliştirip sistemleştiren temsilcisi August Comte(Ogüst Komt)
Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal karmaşayı yeni bir toplumsal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı isteyen bir fransız düşünür…
Comte, sebep ve sonuçları gözetlenmesi gerektiğini savunmuştur. Comte,"Tarihi Toplumsal Evre" anlayışını "Üç Hal Kanunu" ile açıklar.

Teolojik evre:fenomenlerin tanrısal ya da manevi nedenlerle açıklandığı evre insanların her şeyi din ile açıkladığı bu dönem ortaçağa kadar uzanır.

Metafizik evre:olayların oluşunun soyut kuvvetlerle açıklandığı dönem toplumsal olayların özgürlük eşitlik gibi soyut kavramlarla açıklanması 1789 a kadar sürmüştür.

Pozitif evre:bu evrede insan sadece gözlemlenebilir olana yönelir.yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantılar incelenir. Ona göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır.Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliğe geçiş aşamalarına benzetir.*comte“pozitivizm niçinlerle uğraşmaz ama nasılları iyi bilir” ilkesini koyar.

Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma'nın ve yeniçağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur.A.comte’nin asıl amacı,toplum olaylarını bilimsel yönetmelerle inceleyerek topluma yeni bir şekil,yeni bir yön vermektir. Bunun için sosyolojiyi bilim olarak kurmuştur. Sosyolojiye fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışmıştır. Bu bakımdan pozitivizm, deneyci felsefenin bir türüdür. Comte, fiziğin yöntemi ile olgular dünyasının doğru olarak bilmenin mümkün olduğuna inanır.Olguların bilgisi olayların özünü ve gerçek nedenini vermez.Ama olayları idare eden kanunları verir.Bu kanunlarla,gelecek hakkında öngörüde bulunuruz.

Olguculuğun çağımızdaki gelişimi yeni olguculuk genel adını taşır. Yeni olguculuk; mantıksal atomculuk, genel semantik, mantıksal pozitivizm akımlarında belirir. Bu akımlar genel olarak felsefe sorunlarını dil sorunlarına indirgerler.

Cemil Meriç’in Hümanizm Açıklaması

İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda.
Marksizmden egzistansiyalizme kadar Avrupa'nın tüm düşünce akımları hümanist.
Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi.
Hümanizm genç bir kavram, batı dillerini 1850'den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus'lar, Mevlana'lar, Hacı Bektaş Veli'ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.(1)
Kelimenin iki ayrı manası var : 1) Antikite hayranlığı.
16. asır Avrupası için bir kaçış, bir meçhulü arayıştı hümanizm. Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı.
Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. Ferdi cemaat içinde eritmeyen paganizm, hürriyetti, direnişti. Nas'ların çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hemde tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. Antikite hem kendisiydi hem başkası. İnsan Hristiyanlığın posalaştıramadığı bir düşünceyle yakından temas ediyordu. Vesayetten kurtuluşdu bu, kendi kanatları ile uçmak arzusuydu. Açıktan açığa bir isyan değildi şüphesiz, çünkü Hristiyanlık, greko latin kültürü ile hiçbir zaman göbek bağlarını koparmamıştı. Fakat nas'ların korkuluğundan atlıyarak putperest dünyanın şiir ve düşünce bahçelerine açılmak yine de tehlikeliydi.
Ne olursa olsun Avrupa, zincirlerini kırmak, rüştünü ispat etmek, horlanan haysiyetini kurtarmak zorundaydı. Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle tanınmaz hale gelen Hristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır.
Filhakika hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir. Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, "tabiatta tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gökkubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir", dedi; kimi, "insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir"; ne Rab ne ibad.
İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete'yi bayraklaştırırlar, "bütün tanrılardan iğreniyorum" diyen Promete'yi. İyi ama Promete'nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları değilmi?
Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak?
Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? Nietzsche'nin ideali insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları bu rüyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat ettiler. Carlyle'ın kahramanlarına gelince onlar da mazide yaşayan veya yaşandığı farzedilen birer gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı?
Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. Gerçek hümanist biziz diyen Pierre l'Hermite'lerin, Ignace de Loyola'ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe çağırıyor.
Katolik bir tarihçi, "hristiyan hümanizmi, yunanlıların dini ideali ile İncil arasındaki kaynaşmanın eseridir, diyor; Yunan felsefesi latin hukuk anlayışı ve judeo kretien teoloji aynı potaya döküldü, bu halitadan çıkan ana mefhum: insanoğlunun değeridir". (Grouset)
Ya İslamiyet? Hümanizm putperest sanata karşı duyulan hayranlıksa müslüman dünya böyle bir muhabbetten habersiz yaşamıstır. Çölde doğan İslamiyet, yunan şiirinin çılgın ve günahkar cazibesine kapalıydı. Sirenlerin şarkısını engin denizlere açılmayanlar duyamazlardı ki. İslamiyet Yunan ve Roma'dan düşünceyi almıştı, besleyici unsurları varlığına katmış, posayı bırakmıştı geriye. Unutmayalım ki karanlıklar içinde bocalayan Avrupa'ya antik çağın en büyük dahisini, Aristo'yu İslamlar tanıtmıştır, yani batı hümanizminin ana kaynaklarının biri İslamiyet'tir. Ne var ki İslam'ı Homeros da ilgilendirmemiştir, Virjil de.
Cahiz (772-870) için dünya şiiri Yedi Askı şairleriyle başlar. İslam yunan ve latin sanatına niçin dönecekti? Ne dilde ne zevklerde ortaklık söz konusuydu.
Rönesans hümanistlerinin çağdaş hümanizm üzerinde etkisi nedir? Başka bir deyişle, bir Feurbach'ın, bir Renan'ın, bir Marx'ın dikkatini insanoğlunun muhteşem kaderine, eşsiz değerine kanatlandıran Rönesansın metin aktarıcıları mı olmuş? Onlar olmasa Comte İnsanlık Dinini kuramayacak mıydı? Bilemeyiz.
Biz Rönesansı yaşamadığımız için mi hümanist olamadık? Evvela Rönesans tarihi bir gerçekten çok bir İtalyan miti. Düşüncede yeniden doğuş ve atlayış olmaz. İslamiyet'te kilisede yok, Allah'la kul arasında herhangi bir aracı da. İslam düşüncesi hangi baskıya karşı direnecek, bağımsızlığını kime ispat edecekti?
Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değer vermekse, İslamiyet tek gerçek hümanizmdir.
"Humanités" edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf "humanités" nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyet'te eşref-i mahlukattır. Bir yanıyla balçık, bir yanıyla tanrı. Feyzi Hindi'nin meşhur beyiti ile çerçevelediği muhteşem varlık:
Haki, eğer bezulmeti hesdi mukayyedi,
Arşi, eğer benur-ı ilahi münevveri.
(1) Şemsettin Sami, "insaniyete muhabbet" diyor (Kamus-u fransevi). İsmail Fenni, "devr-i teceddüd üdebasının yani elsine ve edebiyat-ı atika tarafdaranının mezhebi..beşeriyete ibadet mezhebi" (Lugatce-i felsefe)
(yazarlarımıza sorsak).. Bu izm "dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesi" Kemal Tahir'e göre. Ergun Göze için, "insan ruhunu metafizik kaynaklardan koparan ve bu sebeple insanı vücuduna irca eden zavallı bir sistem..son aşaması: makineleşen insan".
(Bu keşmekeş nereden geliyor. Önce kelimenin kendisinden. Kemal Tahir hümanizm ile hümanitarizmi birbirine karıştırmıştır.)
CEMİL MERİÇ
OCAK 1980 – HİSAR DERGİSİ

RASYONALİZM (AKILCILIK)

Akılcılık, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki mühim olan bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez akli ve mantıki ilkelere sahip olduğunun kabulü ile, çeşitli a priori ve apaçık hakikatlerin varolduğunu kabul eder. Son zamanlarda, çeşitli dilbilimcilerin bazı dilbilim kavramları hakkındaki yazıları haricinde, a priori bilginin varlığı sıklıkla reddedilmiş, kabul edilse dahi etki alanı ve konumu daraltılmıştır.

Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda dindeki vahiyle yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle (içe doğmayla değil) karşılaştırılır.

Batı'da akılcı gelenek Elealılar, Pitagorasçılar ve Platon ile (aklın kendine yeterliliği teorisi Yeni-platonculuğun ve idealizmin başat temasıdır) başlar (Runes, 263). Aydınlanma'dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir (Bourke, 263). Akılcılık Avrupa'da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere'de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Fakat bu akılcılık ve deneycilik akımları ile filozofların akılcı ve deneyci fikirleri detaylıca incelendiğinde pek doğru bir eylem veya bakış açısı değildir. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir (Lacey, 286–287). Aşırı noktasında, deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi reddeder ve her türlü bilginin deneyim ile edinildiğini savunur. Akılcılık ise, aşırı noktada bilginin deneyim ve algı olmaksızın saf akıl ile tamamen ve en iyi şekilde edilnilebileceğini savunur. Yani deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır. Bununla birlikte, bu tüm rasyonalistlerin doğa bilimlerinin deneyimsel bilgi ve algıların yardımı olmadan tam anlamıyla bilinebileceğini öne sürdükleri anlamına gelmez. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır (Hatfield).

Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Christian August Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn. 18. yüzyıl'da akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temelendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındiığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.
D

HÜMANİZM

“Hümanizm, insana ve insan değerlerine en büyük ağırlığı veren düşünsel yaklaşımdır.”
Hümanizm terimi ilk kez XIX. yüzyılda Alman araştırmacılar tarafından kullanılmıştır ancak kökeni çok daha eskilere dayanmaktadır. Humanismus sözcüğü XV. Yüzyılda İtalyanlar tarafından beşeri bilimleri anlatmak (studias humanitatis) ve ilk çağ yazını üzerinden uzmanlaşmış öğrenciler için kullanılmıştır.
Hümanizmin köklerini Yunanistan’da bulduğunu söylemek bir anlamda yanlış olmayacaktır. Yunan filozof Protagoras “Her şeyin ölçüsü insandır.” demiştir ki bu cümle hümanizmin temel ilkelerini özetlemekte yeterlidir. Zaten hümanizmin esin kaynağı Eski Yunan ve Latin edebiyatları ile felsefesidir.
Hümanizm akımı Rönesans devriyle birlikte Avrupa’da gelişmiş, başlarda din karşıtı bir akım olarak taraftar toplamıştır. Bunun sebebi hümanizm öğretisinin Hıristiyanlıkla çelişen Eskiçağ’ın din dışı değerleriyle yoğrulmuş Yunan ve Latin edebiyatı ve felsefesi olmasıdır. Sonralarda Rönesans hümanist akım mensupları dinlerine oldukça bağlı Hıristiyanlar olarak kendilerini gösterseler de bahsi geçen Yunan ve Latin edebiyatı ve felsefesi metinlerine karşı duydukları saygıyı yitirmemişlerdir. Hatta XIV. yüzyıl sonralarında hümanizm öğretisinin tamamıyla bu metinlerin temel alındığı gramer, şiir, tarih ve ahlak felsefesi içeren bir öğreti haline geldiği söylenebilir.
Hümanizmin temellerini XIV. yüzyıl edebiyatçısı Francesco Petrarca atmıştır. Petrarca, klasik kültüre ulaşmanın temel aracının dil öğrenimi olduğunu söylemiştir. Kendisi, Sokrates’in “Kendini bil” komutunu benimsemiş, bunu başarmaya çabalamıştır. Petrarca’nın
eski metinlere olan bu ilgisi bu metinlere genel bir ilgi uyandırdı. İnsanlar bu metinleri okuyup taşıdıkları ruhu canlandırmaya çalıştılar ve bu da temel hatlarıyla hümanizm akımını oluşturdu.
Hümanizmin insani değerlere odaklanması ise Aydınlanma Çağı’nda gerçekleşti. Bu çağın düşünürleri, evrenin bazı temel kurallara bağlı kalarak yaşadığını, insanın akıl yoluyla bu kuralları kavrayabileceğini ve bunun sonucunda da bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağına inanmaktaydılar. Tabi düşünürlerin buna inanmasında bilimin rolü büyüktü. Descartes, Galileo Galilei, Kopernik, Sir Isaac Newton Aydınlanma Çağı bilim adamlarının önde gelenlerindendir. Newton’un yerçekimi kanunu bulması, zaten evrenin basit yasalarla işlediğine inanan hümanist düşünürleri insanların hayatına mutluluk ve zevk getirecek yeni temel yasalar aramaya itti. Locke, Rousseau, Hume, Hobbes, Beccaria dönemin ünlü düşünürleriydi.
Hümanizmin birçok temel prensibi vardır. Hümanist düşünürler realisttirler. Hayatın her yönünü keşfetmeye çalışır, hiçbir düşünceden kaçmazlar. Yine bu bağlamda insanı olduğu gibi, bütün yönleriyle onaylar, kavramaya çalışırlar. Hümanizm, insanı bu denli gerçekçi bir biçimde kabul etmesi ve incelemesinin sonucunda onun en karanlık yönlerini, derinlerde yatan çelişkilerini ortaya çıkarmıştır.
Hümanistler mevcut hiçbir doktrini takip etmemiş, bütün dogmaları sorgulanabilir kılmışlardır çünkü anlamanın ve düşüncenin kişiden kişiye değişeceğine inanmaktaydılar. “Her çeşit dogmacılığa götüren yoku kesen öğe, işte bu somutça insancıl olanı tanımaktı.” Bunun da sonucu olarak herkes kendi davranışlarından sorumlu oluyordu. Böyle bir anlayışın varolabilmesi için hümanizmin temellerine hoşgörünün yerleştirilmesi şarttı. Nitekim bugün hümanizm deyince akla ilk gelen kavram hoşgörüdür. Hümanizm her türlü düşünceye, fikre hoşgörüyle yaklaşılmasını öngörür. Yalnızca temelinde mantık olmayan düşünceler hem düşünen hem de o düşüncenin yayılacağı kitleler için tehlikeli kabul edilir.
İnsanı en yüce değer olarak kabul eden hümanizmin “demokrasi” ve “hürriyet” kavramlarına ne kadar önem verdiği aşikardır. Bu akım düşünce hürriyeti olmadan bireyin gelişemeyeceğine inandığından düşünceyi – yukarıda da belirttiğim gibi – özgür kılmıştır.
Genel hatlarıyla hümanizm yukarıda anlatıldığı gibi bir akımdır.